Pazar



MUTLULUĞUN MİMARİSİ

Mimari insanların biraz kuşkuyla yaklaştığı bir alan olmuş her zaman. Mimarinin ciddiyeti, ahlaki değeri, bina yapmak için harcanan para ve emek hep sorgulanmış. Dünyanın en zeki insanları dekorasyon ve tasarıma hor görüyle yaklaşmış, mutluluğu elle tutulamayan, dünyevi olmayan şeylerde, maneviyatta aramış; üstelik bunların sayısı azımsanacak gibi değil.
Tarih boyunca dünyevi şeylerden uzak yaşamayı seçen insanların sayısı da hayli fazladır. 1137 baharında Beyaz Keşişlerden Clairvauxlu St.Bernard, Cenova Gölü'nün çevresinde yolculuk ettiği halde gölün orda olup olmadığını bile fark etmemiş örneğin.
Yine de, görsel deneyimi böylesine hor gören anlayışların yanında, maddi dünyayı güzelleştirmeye, süslemeye yönelik çabalar her zaman var olmuş. İnsanlar belim sakatlanır diye düşünmeden tavandaki kirişlerin üzerine çiçek figürleri oyuyor, gözlerim bozulur diye düşünmeden masa örtülerinin üzerine hayvan motifleri işliyor, hafta sonlarını feda edip evin içindeki kabloları süpürgeliklerin arkasına saklamaya çalışıyor, nasıl bir mutfak tezgâhı alsak diye uzun uzun kafa yoruyor, dergilerde gördükleri o muhteşem, lüks evlerde yaşamayı düşlüyor, sonra bu düşün asla gerçekleşmeyeceğini anlayınca da, hani insan nasıl kalabalık bir caddede çok çekici biriyle karşılaşır da onu asla yakından tanıyamayacağı için üzülürse, işte aynen öyle üzülüyor.
Mimarinin önemli olduğu düşüncesi şu temele dayanıyor: Bizler farklı yerlerde yaşayan, iyi ya da kötü, birbirinden tamamen farklı insanlarız; mimarinin görevi de bizlere ideal yaşantımızın nasıl olabileceğine dair bir fikir vermek.
Mimarinin üzerimizde nasıl bir etki yapacağını, bize her zaman mutluluk verip vermeyeceğini kestirmek zor. Evet, bazen çok güzel bir binanın ruh halimiz üzerinde olumlu etkileri olabilir ama bazen binaların en güzeli bile bizi keyiflendirmez, insanlardan kaçma, kendimizi yalıtma isteğimizi ortadan kaldıramaz.
İşleri güzel mimari yapıtlar ortaya koymak olanlar, çabalarının boşa çıkabileceğini gayet iyi bilirler. Venedik'teki binalar üzerinde yaptığı uzun çalışmaların sonunda, karamsarlığın yol açtığı bir aydınlanma anında John Ruskin şu sonuca varmıştır: Ona göre, Venedik'te yaşayanların pek azı, bu şehrin dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunun farkındaydı.
Üzerimizde her zaman olumlu bir etki bırakıp bırakmayacağını kestiremediğimiz bir güçle donatılmış mimari, insanoğlunun faydacı taleplerini karşılamakta her zaman zorlanacak. Güzel mimari yapıtlar bir aşının ya da bir tas pirincin yadsınamayacak faydalarını sunmuyor bize. Dolayısıyla güzel binalar inşa etmek asla politik bir öncelik olarak ele alınamaz, zira insanların yarattığı bütün alanlar, binalar San Marco Meydanı'yla boy ölçüşecek kadar güzel olsa bile, insanlık aralıksız çalışıp didinerek, büyük fedakarlıklarda bulunarak dünyanın her yerini değiştirip eşsiz bir güzelliğe ulaşsalar bile, bizler hayatımızın geri kalanını Villa Rotonda'da ya da Camdan Ev'de geçirecek olsak bile zaman zaman karamsarlığa kapılacak, kendimizi mutsuz hissedeceğiz.
Güzellikle iyilik arasında nasıl bir teorik ilişki olursa olsun, pratikte çiftlik evlerinin, şirin kulübelerinin, malikanelerin,yalıların sayısız zorbaya, katile, sadiste, züppeye yurtluk ettiği, içinde yaşadıkları ortamın nitelikleri ile kendi hayatları arasına tüyler ürpertici bir uyumsuzluk olan pek çok insanı barındırdığı da yadsınamaz.
Gerçekçi olmak gerekirse, mimarinin faydaları ve gerekliliği üzerine ortaya atacağımız iddialar son derece mütevazı iddialar olabilir ancak. Mimariye kuşkuyla yaklaşılmasının temel sebebi de budur.
Eğer mimarinin önemini kabul edersek, bu defa da karşımıza bir dizi yeni ve yanıtlaması zor soru çıkacaktır. Mimari tarihi boyunca tartışıla gelmiş can sıkıcı bir mesele üzerine kafa yormak zorunda kalacağız. Güzel bir bina nasıl olmalı diye soracağız kendimize.
Güzel bina nasıl olmalı? Modern bakış açısına göre bu soru saçma, hatta yanıtlanması olanaksız bir soru. Tabii insanlar 'Güzel bina nasıl olmalı?' sorusuna yanıt vermekte her zaman bugün olduğu kadar zorlanmamışlardır. Batı tarihinde bin yılı aşkın bir süre boyunca güzel binanın, tapınağı andıran görünümü, süslü sütunları, yinelenen oranları ve simetrik ön cephesiyle Klasik bina olduğunu düşünüyorlardı.
Daha basit, ucuz evlerin nasıl inşa edilmesi gerektiği konusunda da bir fikir birliği sözkonusuydu. Gerçi bu tür evler için ölçütler, ortak kültürel anlayıştan yola çıkarak değil, bir takım kısıtlamalardan hareketle oluşturuluyordu.Bu kısıtlamalardan en önemlileri iklim özellikleri ve malzeme seçeneklerinin kısıtlı olmasıydı. Bu kısıtlamalar son derece güçlü yerel mimari kimliklerin ortaya çıkmasına yol açtı.
Tarih bilincinin gelişmesi, yolculuğun, taşımacılığın kolaylaşması, değişkenlik isteyen yeni bir müşteri grubunun ortaya çıkması gibi etkenlere bağlı olarak iyice yaygınlaşan Gotik üslup ise insanların başka dönemlerde ve bölgelerde ortaya çıkan mimari üsluplara ilgi duymasına yol açtı.
Mühendislere göre büyük mimari yapıtların özünü oluşturan şeyler işlevsel olmayan, gereksiz şeylerdi. Mühendisliğin ilkeleri mimarinin ilkeleriyle ters düşüyordu ama 19.YY mimarları arasında, küçük olmasına karşın ses getiren bir azınlık da mühendisliğişn temelini oluşturan şeyin kesinlik olduğunu, mimaride ise kesinlikten söz edilemeyeceğini söylüyor, bu yüzden mühendisliği mimarinin kurtuluşu için vazgeçilmez bir araç olarak görüyordu.

Le Corbusier'ye göre bir evin temel işlevleri şunlardı:
1)Sıcağa,soğuğa,yağmura,hırsızlara ve meraklı komşulara karşı koruma sağlamak,
2) Bol miktarda güneş ve ışık almak,
3) İçinde yaşayanlara, yemek yiyebilecek, çalışabilecekleri ve kişisel işlerini görebilecekleri odalar sunmak.

Mühendisler tarafından ortaya atılan görüşlerle şekillenen Modernizm, 'Mimaride güzellik önemli midir?' sorusuna kesin bir yanıt veriyordu: Önemli olan evin güzelliği değil, işlevselliğiydi.
Modernistlerin estetik kaygıları o kadar güçlüydü ki çoğu kez yeterlilik ve işlevsellik kaygılarının önüne geçiyordu. Villa Savoye insanların hayatını kolaylaştıran bir makineye benziyor olabilirdi ama gerçekte sanatsal kaygılarla biçimlenmiş, mekanik işlevlerini de doğru düzgün yerine getiremeyen bir yaşam alanıydı.
Binaların bizimle konuştuğu, bize bir şeyler anlattığı düşüncesini benimsersek, binaların nasıl görünmeleri gerektiğine ilişkin yargılarımızdan çok, onların hangi değerleri temsil etmeleri gerektiğine ilişkin görüşlerimizi koyabiliriz mimari sorunsalın temeline.
Madem binaların ve nesnelerin işlevlerini gerektirdiği gibi yerine getirmeleri bize anlattıkları da onlara duyduğumuz hayranlığın derecesini belirliyor, o zaman şu sorutu biraz daha ayrıntılı ele almak gerekiyor: Nasıl oluyor da taş, çelik, beton, ahşap ve cam belli bir forma bürünüp bir takım duygu, düşünce ve kavramları bize yansıtabilecek, hatta bizde zaman zaman çok önemli ve dokunaklı şeyler anlattıkları izlenimini yaratabilecek hale geliyor? Nasıl oluyor bu acayip süreç?
Tabii günlük hayatta sıkça kullanılan ve yaşamımızı kolaylaştıran nesnelerin bize neler anlattığı üzerinde fazlaca durmak tehlikeli olabilir. Alay konusu olmak istemiyor, gene de nesnelere bakıp düşünmenin hiç de aptalca olmadığını kanıtlamayı arzuluyorsak, bir modern sanat müzesine gitmek yapabileceğimiz en akıllıca iş olur.
Çevremize bu gözle bakmaya başlayınca, mobilyalarımızı ya da evlerimizi canlı varlıklara benzetmekte zorlanmayacağımızı anlarız. Sürahimize bakınca bir penguen, çaydanlığımıza bakınca tıknaz, kendini önemsemeyen bir adam, çalışma masamıza bakınca zarif bir geyik, yemek masamıza bakınca da bir öküz aklımıza gelebilir. Vitruvius'a saygımızdan, arabada yolculuk ederken üzerinden geçtiğimiz viyadükleri asma köprülere benzetebilir, bazen bunları sakin neşeli bir kadının, bazen titiz, otoriter, asabi bir muhasebecinin ayakta tuttuğunu hayal ederiz.
Canlı varlıkların özelliklerinde hareketle ne kadar çok sonuç çıkarabildiğimize bakarsak, farklı mimari üsluplara neden bu kadar farklı tepkiler verdiğimizi anlarız. Bazı nesneler insanla uzaktan yakından bir benzerlik taşımaz ama biz gene de 'Bunlar insan olsaydı acaba kişilikleri nasıl olurdu?'    diye sormaktan kendimizi alamayız.
Bir mimari yapıtı ya da tasarımı güzel bulmak demek onun, ideallerimizin maddeleşmiş hali olduğunu ve gelişimimiz için gerekli olan bütün değerleri üzerinde topladığını düşünmek demektir.
Güzel diye tanımladığımız binalar ve eşyalar mutluluk diye adlandırdığımız her neyse onu bize çağrıştıranlardır dedik; peki güzel bulduğumuz nesnelerin bizde bu tür çağrışımlar yapmasını neden bu kadar önemsiyoruz?
Çevremize duyduğumuz bu hassasiyetin temelinde insan ruhunun rahatsız edici bir özelliği yatıyor olabilir: İçimizde bir tek ben değil, birçok farklı ben var. Bunlardan bazıları 'bize' hiç benzemiyor. Bazen gerçek benliğimizden uzaklaştığımızı söylüyoruz, kendimiz gibi davranmadığımız için üzülüyor, yakınıyoruz.
Çevremizdeki nesneler saygı duyduğumuz duygu ve düşüncelerin soyut birer temsili olsun, onlara baktıkça bu duygu ve düşünceleri hatırlayalım istiyoruz. Dış görünüşleriyle bizi temsil edebilen, kimliğimizi meşrulaştıran yerlere 'yuva' diyerek onları onurlandırıyoruz. Yuvamızı severek, bir bakıma, kimliğimizin belirlenmesinde kendi irademizin ne kadar az rol oynadığını teslim etmiş oluyoruz.
Hem Hıristiyanlığın hem de İslam'ın ilk dönemlerinde, din bilimciler, modern insanın kulağına çok garip gelecek ama aynı zamanda üzerinde dikkatle durulması gereken bir iddia ortaya atıyorlardı mimariyle ilgili. Onlara göre güzel binalar bizim hem ahlaki hem de ruhsal gelişimimize katkıda bulunuyorlardı.
Neden yazı yazıyorsak aynı amaçla inşa ediyoruz: Bizim için önemli olan şeyleri kaydetmek için. Mimarinin insana bir şeyler hatırlatma yetisini düşününce şu sonuca varabiliriz: Dünyadaki pek çok kültürde ilk ve en önemli mimari yapıtların mezarlar olması bir rastlantı değildir. Yaşayanlar için bina inşa etme isteğimizin de ölüler için bina inşa etme isteğimizin de temelinde aynı arzu yatar: Hatırlama arzusu.
Sanatta idealize etme geleneğini savunanlara göre, yapıtlarında gözle görülenin, gerçek olanın ötesinde bir şey anlatmaya çalışan sanatçının saflık ettiğini düşünmek saflığın ta kendisiydi.
Bunlara göre sanatın ve mimarinin amacı hayatın gerçekte nasıl olduğunu göstermek değil, ideal yaşamın nasıl olabileceğine dair fikirler sunmak, böylece mutlu ve erdemli birer insan olmamıza yardım etmek en yüce amaçlarımızı mumlayıp bizim için saklamaktı.
Mimaride, sanatı idealize etme kuramının etkisiyle propaganda diye nitelendirilebilecek ürünler verilmeye başlandı. Propaganda sözcüğünü duyunca irkiliyoruz çünkü seçkin sanatın tüm ideolojilerden bağımsız olması, kendi özellikleriyle takdir toplaması gerektiğini düşünüyoruz.
Zevklerimizin temelinde yatan ruhsal mekanizmayı çözmek güzellik anlayışımızın değişmesine yol açmaz belki ama hiç değilse hoşlanmadığımız, çirkin bulduğumuz şeylere karşı fazla tepki göstermemize engel olur. Güzellik anlayışımızın geçirdiği evrim, bu evrim sırasında yaşanan çatışmalar hem maddi hem de manevi açıdan pahalıya mal olabilir. Fakat bu çatışmalardan, bu evrim sürecinden kaçmamız olanaksız. Herkesin her zaman güzel bulacağı sandalyeler, büfeler yapma arzusundan vazgeçemiyor insanoğlu.
Çok doğru ve kapsamlı bir tanım yapmayı amaçlamıyorsak insanlardan tarafından yaratılmış güzel bir mekânın nasıl görünebileceği konusunda uzlaşmamız zor olmaz. Güzel mimari yapıların nasıl olması gerektiğini içgüdüsel olarak bilebiliriz ama iş güzellik yasaları oluşturmaya geldi mi bu bilgi çok da işimize yaramaz. Fakat mimari onu bilimsel bir temele oturtma, yasalarla kısıtlama çabalarına karşı durmayı her zaman başarmıştır.
Düzen neredeyse bütün mimari yapıların güzelliğine katkıda bulunur. Bu o kadar temel bir özelliktir ki mimari projelerin en sıradanında bile daha ilk sayfada, elektrik devrelerine, su tesisatına ilişkin tüm ayrıntıların gösterildiği şemalarda, binanın dış cephesine ilişkin planlarda, kısacası her bir kablonun, kapı pervazının dikkatlice ölçülüp kağıda döküldüğü belgelerde düzen arayışı kendini belli eder. Bu çizimlerdeki pek çok rakamın ne anlama geldiğini bilmeyiz ama bu dikkat, kılı kırk yarma arzusu, bu titizlik gene de hoşumuza gider.
Düzen ile karmaşıklığın birlikteliğinden doğan güzelliğe yakından bakınca bir başka mimari erdem daha dikkatimizi çeker: Denge. Eski ile yeni, doğal ile insan yapısı, lüks ile mütevazı, erkeksilik ile kadınsılık gibi karşıtlıkları ustalıkla bir araya getirebilen mimarların yapıtları genelde güzel yapıtlardır.
Mimariyle ilintili olarak pek az şey vardır ki bizi buldozerlerin çalışmaya başlaması kadar üzen. Aslında çoğu durumda, yeni bir yapı inşa etme fikri bize ters geldiği için değil de, inşa edilecek yapıdan hoşnutsuz olacağımızı düşündüğümüz için üzüntü duyarız.
Bakir topraklar üzerine yaptığımız evler bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder